8 Ocak 2010 Cuma

Fareli Köyün Aydınları



Yaklaşık bir aydır çok önemli bir işçi direnişi var Ankara’da. AKP iktidarının; kazanılmış haklarını gözetmeden yaptığı özelleştirmeler sonucunda işlerini ve gelirlerinin yarıya yakınını yitirmekle karşı karşıya kalan işçiler, siyasal değil ekonomik bir direniş sergiliyorlar. İş, aş, ekmek direnişi... Ankara’nın kış koşullarında iktidarın emrindeki polisin sıktığı tazyikli sulara, biber gazına karşı ve havuzun buz gibi sularında kaybedecek hiç bir şeyleri kalmayanların büyük bir kararlılıkla sürdürdükleri bir eylem...

Böyle bir eylemi, bu eylemi sürdürme bahasına yaşanan acıları görmezden gelmek mümkün mü? Yüreğinde insan sevgisi olan, emeğe alın terine saygı duyan, haksızlığa uğrayan kim olursa olsun ondan yana bir duruş ve dayanışma sergilemeyi etik bir insanlık görevi sayan sıradan her hangi bir kişinin bu eylemi görmezden gelmesi, desteklememesi mümkün mü? O eylem ki başladığından üç hafta sonra işçiler arasında yapılan tercih oylamasında, koşulların tüm olumsuzluğuna karşın yüzde doksan dokuz nokta altı oranla “Haklarımızı alıncaya dek direnişe devam!” kararı çıkmış...

Sıradan bir insanın görmezden gelemeyeceği bu direnişi ve sorunu eğer ülke aydınları görmez ise... Hele hele kendisini solcu olarak tanımlayan ve dahası solun ilke ve değerlerini benimsemiş gençlerin görüşlerine değer verdiği, kendilerine örnek aldığı “aydınlar” görmezden gelirlerse... “Ne yapayım ben öyle aydını!” Bilindiği gibi bu inciyi, 80 darbesinden sonraki faşist uygulamalara karşı çıkan ve bir bildiri yayımlayan aydınlar için darbecibaşı orgene... düzeltiyorum, faşistgeneral Evren yumurtlamıştı. Oysa bugün bu sözü hak edenler bir yandan aydın olduklarını savlarken bir yandan da böyle önemli bir işçi direnişini, insanî bir sorunu görmezden gelenler... Ve işin bir de ironik yanı var. Bunların bir kısmı solcu oldukları savındalar hala...

İşte zurnanın zırt dediği yer... Tekel işçilerinin direnişi başlayalı yaklaşık bir ay olmuş ki, buna koşut demiryolu işçilerinin ve İstanbul’daki yangın söndürme emekçilerinin eylemleri de var. Üç haftadır katlanılmaz koşullarda sürdürülen bu eylemden sonra emekçilerin eyleme ilişkin kararlarını saptamak üzere yapılan yoklamada yüzde doksan dokuz “Devam” denilmiş... Bu karar üç buçuk sendikacının kararı değil, tazyikli su, biber gazı, havuz suyu üçgeninde çoluk çocuklarından uzak direnen işçilerin kararı... Ve bizim aydınlarımız bu direnişi, bu eylemi görmemekte ısrar etmekteler hala. “Ne yapayım ben öyle aydını!” Aydın sıfatı bu kadar ucuz mudur? Bunların duruşu aydın duruşu mudur?

Yazdıkları gazete köşelerini teker teker taradım. 15 Aralıktan –yani direniş başlayalı- beri; en hakiki aydınlarımız Tekel direnişine ilişkin tek bir sözcük etmemişler. Görmezden gelmişler. Ve bunların bir kısmı solculuğu da kimselere bırakmaz bildiğiniz gibi! Altan biraderlerden Murat Belge’ye, Hasan Cemal’den Oral Çalışlar’a... Cengiz Çandar’ından Ahmet İnsel’ine, Eser Karakaş’ına... Yüzde doksan dokuzluk referandum sonucundan sonra bile işçi direnişini yok saymaktalar. Nedeni körlük müdür –ki aydınlıkla bağdaşmaz- yoksa iktidara karşı işçilerden yana çıkmanın aydın cesareti istemesinden mi? Ya “İliştirilmiş aydın” kime denir?

Bu aydınları beğeniyle izleyen, görüşlerine hayranlıkla katılan, imza attıkları kampanya metinlerinin altına imza atan ve işçilerin yaşadığı haksızlık ve acıyı yüreğinde duyumsayan, insan sevgisi ve emeğe saygıyı içselleştirmiş genç-yaşlı herkesin, işçi direnişine duyarsız ve ötesi yok sayanları sorgulaması da aydınlık felsefesinin ve tutarlı olmanın bir gereği değil midir? Bir bakın bakalım –solcu olması şart değil- aydın bildiklerinizden kimler işçi direnişine değinmiş, destek vermiş... Kimler görmezden gelmiş. “Tanı bunları / Tanı da büyü...”

5 Ocak 2010 Salı

Demokrasiyi Kurduk Hayırlısıyla!



Müjdeler olsun memleketin en önemli sorununu bir güzel hallettik, sonunda demokratik cumhuriyeti kurduk hayırlısıyla. Artık siviller memleketi gül gibi yönetir, vatandaş bolluk bereket içinde sucuğu yumurtasına denk güle oynaya yaşarken yok öyle durduk yerde aklına estikçe darbe yapmalar. Ayrıca bu milleti büyük bir demokrasi ayıbından da en kısa zamanda kurtarıyoruz inşallah. Hani bütün araştırmalarda halkın en güvendiği kurum TSK çıkıyor, güven konusunda nal toplayanların başını da seçilmişler çekiyor ya... Bundan büyük ayıp mı olur? Nerede görülmüş demokrasilerde askere güvenildiği?

İşte bu ayıp ve yanlışı düzeltmek üzere TSK en güvenilmez kurum ilan edilip, o asker bu halkın çocuğu, o ordu bu ulusun ordusu ve onun karargâhı da bu devletin güvenliğiyle ilgili gizli bilgilerin korunduğu karargâh değil de siparişle suikastlar düzenleyen taşeron bir mafya örgütünün suç yuvasıymış gibi baskın yapılıp suç kanıtları aranmakta. Arama sonunda bir şey çıkar mı? Kimin umurunda! Kozmik odada suç unsuru ve kanıt bulunmasa bile TSK’ nın suç kanıtlarını orada saklayabilecek şüpheli bir kurum olduğu kabul edilip arama yapıldı, suç kanıtlarını gizleyen bir kurum olduğu izlenimi yaratıldı ya, daha ne olsun!

Şimdi sıra geldi Başbakanla haftalık görüşmesini yapmaya giderken Genelkurmay Başkanının makam aracını şüphe üzerine durdurup üst araması yapmaya. Cebinden çıkacak muhtıra da o daha yutamadan elinden alınıp medyada çarşaf marşaf yayınlandı mı... Ondan sonra bakalım araştırmalarda en güvenilen kurum hangisi çıkacak. Demokrasiyi kurduk hayırlısıyla, şükürler olsun...

4 Ocak 2010 Pazartesi

Kediyi Öldüren Merakı İmiş!





Marangoz, aşçı, sefertası... Kozmik odayı aratan şüphe acaba makul mü yoksa paranoyak mı?


Köy ağasının sahip olduğu köyü üzerindeki köylülerle birlikte satmasıyla, gazete patronunun gazeteyi köşe yazarlarıyla birlikte satması arasındaki fark nedir?


Kozmik sırların büyüsü de bozulduğuna göre; AKP devrinde palazlanan şirketlerin kaç para vergi verdiklerini de artık öğrenebilecek miyiz?


TSK’ya karşı yürütülen kampanya Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un iddia ettiği gibi asimetrik psikolojik bir harekât mıdır, yoksa asittirik bir yıpratma harekâtı mı?


Mademki 2003’ten beri bir sürü darbe tehlikesi atlatmışız... O zamanlar “Tehlikenin Farkında mısınız!” manşetlerini küçümseyip dalga geçenler bu darbe hazırlıklarını gizlemek amacıyla uyarıları gırgıra alan postal yalayıcılar mıydı, yoksa bilgi sahibi olmadan fikir üreten ve her şeyi bilirim iddiasıyla kesin yargılara varan yorumcular mı?

3 Ocak 2010 Pazar

Yılbaşında İnsan Haklarına Taciz!


Ne yalan söyleyeyim; yüce Rabbimin memleketimize lütfu olan bu AKP hükümetine ve bu hükümetin bizlere büyük bir lütfu olan demokratik açılıma hiç de layık olmadığımız tarihsel ve sosyal gerçeğini zaman zaman haykırmaktan kendimi alamıyorum, iyi de ediyorum! Sizlere kalsa en doğal insan hak ve özgürlükleri çiğnim çiğnim çiğnenirken karşı çıkacağınıza göbek atarsınız, atıyorsunuz da. Aynen yılbaşı gecesi Taksim’de olduğu gibi.

Eğlenmek herkesin hakkıdır beyler, yılbaşını güle oynaya karşılamak da öyle bayanlar! Yılbaşı gecesi Taksim’e yeni yılı karşılamak ve bu vesileyle eğlenmek için çıkan bazı vatandaşlara o gecenin nasıl zehir edildiğini ekranlarda izleyip gazetelerde okuduğumda “Yazıklar olsun!” diye isyan ettim “Bu memleket adam olmaz! Sallandıracaksın Taksim’de bir kaç tanesini, bak bir daha yaparlar mı!”

Yılbaşı gecesi Taksim’de bayanları taciz ediyorlar diye bazı vatandaşların yaka paça karakola sürüklenmelerinden söz ediyorum. Başka bir zaman ve başka bir mekânda olsa neyse ne de, yılda bir kez gelen böyle anlamlı bir gecede insan hak ve özgürlüklerinin hem de onları korumakla görevli kolluk güçlerince çiğnenmesi gayet demokratik bir ülke için ne acı bir kader ya Rabbim! O insanların eğlenmeye hakları yok mu? Herkesin eğlence anlayışı sizin gibi olmayabilir. Eğlence anlayışları sizden farklı diye onları ötekileştirmenin demokratik açılımla uyuşması mümkün mü yani elbet sorarım? Hem nereden biliyorsunuz kötü bir niyetle ellediklerini? Sizi her zaman yanıltan işte bu önyargılarınız.

Bir de utanmadan onları ekranlara ve fotoğraflarını gazete sayfalarına taşıyıp teşhir ederek kişilik haklarını taciz edenler sizler değilmişsiniz gibi başlıklar atıyorsunuz “Taksim’de tacizciler yakalandı!” Ayıptır ayıp. Vatandaş kendi istediği gibi mi eğlenecek, devletin istediği gibi mi? Hani nerede bireysel haklar ve yok mu gariban vatandaşı zalim devletin zulmüne karşı benden başka savunacak? Ya o akşam kazara ben de yakalanıp yaka paça götürülsem ve şimdi nezarette olsaydım, kim savunacaktı benim haklarımı?

Madem öyle, vatandaşın refahı için her türlü önlemi almak devletin görevleri arasında değil midir? Taksim’de bir takım vatandaşın eğlenmesi için her türlü zevk-ü sefayı seferber edip, hem elleyip hem eğlenmeyi tercih eden vatandaşlar için de bazı olanaklar sağlamak çok mu zor? Her sorunun çözümünü benden beklemek zorunda mısınız, insaf derim yani. Hadi bu kerelik ve bir defaya mahsus olmak üzere yine bir çözüm önereyim ama bu son. Yeter ki gelecek sene yılbaşında da Taksim’de insanlar yaka paça sürüklenip, insan hak ve özgürlükleri çiğnenmesin.

Efendim; Büyük Şehir Belediyesi mi olur, İstanbul Valiliği mi olur, ya da ikisi birden mi... Her neyse. Yılbaşı hazırlıkları yapılırken gazete ve televizyon kanallarından bir duyuru yaparlar. “İLAN: Yılbaşı gecesi Taksim’de yapılacak kutlamalarda tacizci vatandaşlara hizmette istihdam edilmek ve bir geceye mahsus olmak üzere yeteri sayıda bayan elemana ihtiyaç vardır. İşin niteliği; İşe alınacak elemanlar Taksim’de önceden belirlenip şeritlerle ayrılacak bir bölüm içinde akşam 18.00’den sabah saat 05’e kadar eğlenecekler, tacizci vatandaşlar önceden ilan edilen bu bölüme gelip kendilerine tacizde bulunduklarında görevlerini yapmış sayılacaklardır. Ücret tatminkâr olup, başvuruların...”

Zavallılar yeni yıla gireceğiz diye çıkmışlar Taksim’e, onunu yerine nezarethaneye girmişler. Demokratik açılım böyle olmaz, başlarım sizin insan hak ve özgürlüklerini fütursuzca ve de kolluk kuvvetleriyle çiğneyen demokratik açılımınıza. Halbuki çözümü bu kadar basit...